2 Mart 2010 Salı

BUYRUN, NASIL YARDIMCI OLABİLİRİM? KAFANIZA KUŞ KONDURMAMI DA İSTER MİSİNİZ??


ÖZÜR:

Gece dışarı çıkılan insanlar genelde ikiye ayrılır:
Çalışanlar ve çalışmayanlar.

Ben de bu hususu göze alarak, hayatıma sadece öğrenci olarak devam etmek istememe kararı aldığımdan beri, itiraf etmem gereken bir şey olduğuna karar verdim. Eve gidip bi an önce uyumak isteyen "çalışan" arkadaşlarımdan; en başta onları yaşlı, isteksiz, mızıkçı ve huysuz olmakla suçladığım için özür dileyerek başlamak istiyorum.

Çünkü hemen her akşam billur tuz ve leğen eşliğinde ayaklarımın sancısını dindirmeye çalışıyorum.

Dışarı adımımı, gitmek durumunda olduğum mevkiler haricinde;
bir tek tuzlu çekirdek almak için bakkala atıyorum.

Rüyamda nemrut kadınlara şapka, nevresim takımı ve bardak seti satmaya uğraşıyorum.

Ve 2 satır yazıcak zamanı bile bulamamak bir yana, arada zorunlu ihtiyaçlarımı ertelemek durumunda bile kalıyorum.

PAZARLAMA DÜNYA'M:


Yurdumuzda "aman çoçuğuuum, sen aklını başka şeye yorma, bitir güzel güzel okulunu" başlıklı hareketten yola çıkılarak, "iş" denen şeyi, üniversitenin sonrasına aktaran muhteşem mantaliteyi çöpe atarak; hayatım için güzel bişey yaptım ve hizmet sektöründe ben de yerimi aldım!

Parlayan gülümsemem ve "ben de bundan aldım, o kadar memnunum ki" biçiminde fişteklerle, tatlı tatlı satış elemanı oldum!

Tabii şişko bir teyzeye ona hiç yakışmayan o ceketi yalan söyleyerek asla satabiliceğimi düşünmüyorum vicdanımın sesini dinlediğimde ama, yine de genelde gıcık olunan o ibareyi ben de söylememiş sayılmam: "Ben kendim şahsen bizzat kullanıyorum bu ürünü, hiç bi sıkıntı yaşamadım.. Anneme de aldım hatta bi tane! Alın bakın, çok memnun kalıcaksınız..."

Yapıcak bişey yok.
Ne kadar network, o kadar köfte...
Faking marketink vörld....

ÖLÜMÜNE PAYLAŞILASI DİOLOGLAR:

Bir kısım insan için zamanımı gereksiz, kendi alanımla alakası olmayan ve sebepsiz yere deli gibi yorulduğum bir yerde harcasam da (!) , hemen her yemek aramda kağıtlara karaladığım karakter analizlerinden bir roman yazıcağım kanısındayım ben. Bu öyle birşey ki; hayatınız boyunca her ne kadar alışveriş merkezlerinde tuvalet temizleyen teyzelere iyi davranmış, efendime söyliyim giyim mağazalarında çalışan personele özenle yaklaşmış olsanız da; kasanın diğer tarafından görünen manzara oldukça farklı. Örneğin komik olaylara, insan gibi tepki verip haldır haldır gülebilmek yerine, en kısa yoldan depoya ulaşıp, 2 saniyecik kopabiliyosunuz ne yazık ki...

Geçen gün mağazaya gelip beni ardı ardına bombardımana tutan bir grup günden çıkmış kadın güruhu ile yaşadıklarım sonucunda, içimde yaşattığım mizahi çorap cini ve fillerim yüzünden işten atılabilirdim mesela.

Arka arkaya duyduğum diologlar aynen şöyleydi:

Müşteri#1 : Bakar mısınıııızz? Bunların şimol bedenlerinden kalmadı mı?

Ben: ??? şimol ???

Müşteri#2: Pardooooooğğn.. Şu geçen günkü takı şemşiyelerinizden var mı?

Ben: Takı? Şemşiye? Hı.. Onlardan kalmadı hanımefendi...

Müşteri#3: Ay bi baksana güzeliiiim... Yaaağğğ şu çocuk botlarının 12 yaş için olanı yok mu? Bizimkinin AYAKLARI BİRAZ ETLİ DE, olmadı bu...
Ben: !!!!!!! ETLİ AYAK MI? (dehşete kapıl, depoya kaç)

Müşteri#4: (2 gündür gelip gelip Uludağ'a gidiceğini söyleyerek bütün kayak giysilerini denemiş olmasına rağmen...)

-Baksana... Bu SINAVBORT pantolonlarının daha renklisi yok mu? Bu çok kahverengi de...

Ben: (O an itibariyle yeşil renk suratımla.. elbet içimden) Peki ben sizin yüzünüze kussam, kahverengiyle hoş bi ahenk oluşturmaz mı?


YASAKLAR LİSTESİ:

Artık "kapitalist düzen.. hede hödö..." diye başlayan her yazıyı okumadan kenara koyduğumuzu ve içinde bulunduğumuz bu koca dünyayı "sistemin çarklarında nasıl da ezliyoruz.. " diye betimlediğimiz lirik girişimlerden uzak durduğumuzu varsayarak , "insan" denen çok hücreliyi yerinde ve zamanında inceleme fırsatı veren sevgili işverenim tchiboya teşekkürü bir borç bilirim.

-oturmak
-yaslanmak
-kaykılmak
-telefonla konuşmak
-eğri durmak
-büğrü durmak
-ortalık bomboşsa öylece durmak
-sana bi bok parçasıymışsın gibi davranma haddini kendinde bulan mikro-beyinli müşteriye çemkirmek
-aynı müşteri sırf senin çalıştığın yerden parasıyla çorap satın alıyor diye seni de promosyon ürünü olarak torbasına atabileceğini düşündüğü için, o torbayı onun kafasına geçirmek,

-10 kolun, 58 gözün, 93 adet duyu organın olduğunu sanan insanların sabırsızlığı karşısında, elindeki kaynar sütü onların üstüne olduğu gibi boca etmek falan yasak mesela.


Bunca yasağın arasında neyi ne için yaptığını düşünecek fırsatı yaratmamak, 2 saat tuvalete gidememekten daha vahim ama.

Öyle ki, birilerine tahammül etmeyi öğrenmek falan da değil bütün mesele.

3. boyutu önce anlama; sonra anlatmaya çalışmak dümdüz bir platformun üzerinde.

BİRAZ DA ŞİİR KÖŞESİ:

HER ŞEY SİZİN İÇİN.

SİZ DEĞERLİ MÜŞTERİLERİMİZİN MEMNUNİYETİ İÇİN.
UYGUN FİYATLAR, EKONOMİK MENÜLER...
VE HER SABAH TAZE KAHVENİZ;
DAHA AÇIK OLSUN DİYE ZİHİNLERİNİZ!

MAKARNANIZ, SALATANIZ, ÇORBANIZ;
3'Ü Bİ YERDE,
SMALL, MEDIUM, LARGE;
RENK RENK, HER BEDENDE...
BİLİRSİNİZ, SINIR YOK HİZMET SEKTÖRÜNDE...

NE DE OLSA FAZLA SOĞUK PİKNİK YERLERİ,
ZERK ETMEYE NE HACET BÜNYEYE FAZLA OKSİJENİ?
ZAHMET ETMEYİN HİÇ,
YÜRÜR SİZİN İÇİN MERDİVENLER...
EVİNİZDEN FARKSIZDIR ALIŞVERİŞ MERKEZLERİ....

...Diyerek hepinize ahenkli günler dilerim.

Gelin de kahve yapiyim bir de... Pek yeni, pek güzel şeyler öğrendim :)

KAPANIŞ:


Tanrı beni; fillerimin kapris küpü kadınlara püskürme ihtimalinden korusun, saklasın... Amen.

İSMİN 6'INCI HALSİZLİĞİ


İç dünyamın çivileri çıkık

Pazar

      yeri

          gibi

               kalbimde.

Ambalajlıları tezhah altına koydum,
Teşhir ürünlerim soyunma kabininde.

Korkmadım sandım döküldükçe,
Dışavurumum aslında benim esaretim.
Hani toprak olacak ya nacizane bedenim;
Sormazlar mı adama neden diye...
İşte hep ondan, hep ondandır özgürlüğü ifademin.
Benim yalnızca kafiye endişem var;
O da ismin sadece 5 halinde...

Yine sondan başladım yazmaya,
Aşağı inmek yerine itinayla yerleştirdim kendimi nazikçe espaslara
Göz görmez satırlara,
Miniskül dipnotlara....

Kim bilir belki
Eksik parça bendim bütün bu kompozisyonda....

İSRAF


Taşan kısmımı döküyorum toprağa
Filizleneyim diye yeniden
Ruhumu israf ediyorum ilk defa
Artık Biliyorum.
Dolaplara kilitleyince değmiyor güneşe dallarım.
Atıyorum çöpe fazlalıkları
ki tıkanmasın damarlarım.
Sonunda anladım.

Özümsemeden özümü; görünmediğini yolların.


Kendi suyumda durulandım
Muhafaza değilmiş meselem,
Çözümmüş meğer zayiatım.

DÜŞ!(me)

Mavi küçük kuşlar var
Siyah-beyaz filtreli rüyalarında
Ancak kanında üretince ketamini;
Yapışır renkler manyetizmana.

Tabir-i artık caiz halüsinatif gerçekliğinin
Boşluklarını içine doldurduğun sandığında yaşıyor,
Bağımlılıklara kalpten bağlı benliğin.
Etraftaki bu naftalin kokusuna ondan
Bilmez misin ki;
Senin yoksunluk sendromun doğuştan.

Dirilişin renksiz; sentetik malzemesi
Okyanusta bile klostrofobik,
İğne deliğinden aldığın nefes gibi...

Parmak uçlarında yaşadığın hayatında
Tut ki, düşmesin kanının şekeri
Yere çarpınca çok gürültü yapar
Yüksek frekanslı glükoz sesi...
Sonra rahatsız edeyim deme;

Uyandırmaya kıyamadığın düşlerini...

MAVİ BÜYÜK POŞETLER

Her yer değiştirişte biraz daha eliyorum anılarımı. Ne de olsa bana kalanların hepsi oturuyor... Yanımdaki koltukta.

Vazgeçmenin kolaylaştığı noktadayım.

Ve atıyorum kıyamadığım ne varsa.

Gittikçe büyüyor çöp torbaları.
İçimde boşluklar yaratıyorum usulca.
Boşlukları önemsemezdim hiç oysa ki....


Mavi büyük torbalara dönüşüyor kurtulduğum kabuğum.

Çünkü vakit; değişme vakti.

"Yeni alanlar yaratmanın ufak mucizeleri" oluyor nakliyenin diğer ismi.

Ne kadar vazgeçsem de onlardan;

Unutmuyorum elveda seramonimi.

Minik kutulara koyuyorum kendimi bir kez daha.



Özenle paketliyorum içimdekileri.

Ve istifliyorum üstüste;

Bir dahaki sefere büyük torbalarda poşetleyeceklerimi.


eskişehir, 23.12.2009

Geçelim bu "FAYT KILAP" kafalarını... Vakit eşya atma; gardrop paylaşma zamanı!


Kırmızı bir kazağım var.
Ve aynanda mor çorabım.
Şimdi rüküşlük her zaman yapılmaz ya; siyah da ayakkabı lazım.
Ya günün birinde düğün-dernek, çay-yemek olursa?
Çıkar elbiselerimi sandıktan Kazım!!!


Genellikle insanoğlunun en büyük sorunu, hayatını sabote eden binbir çeşit engelin kendi türleri olduğunu sanması kanımca... İnsan insan için var sevgili ihsanoğlu; sorun hep EŞYALARDA!

Kırmızının beyazla buluştuğu anda araya giren siyahların eşliğinde; dekoratiflik uğruna kendi hayatlarımızın ANA DEKORU olmamızda.

Ahşap eşyalarım var benim. Fi tarihinde sevgili ebeveyinim Yüksel-Yücel ikilisi tarafından alınmış; en kaliteli ağaçların (!) en hususi yerlerinden kesilmiş bir kütüphanem, dönünce askılık olan 3 metre uzunluğunda bir aynam var.Ne gariptir ki ben sadece 1 buçuk metreyim! Ah... Sonra birbirinden renkli makyaj malzemelerim. Ortada durmasınlar diye aldığım dolabımı unutmamak gerek, neme lazım; saçılmasın ortalığa cicilerim! Tıka basa anılarla doldurulmuş ve en az 40 kilo gelen komidinim... En hazini de bir dolap; elleriyle çizip benim için yaptırdığı annemin.

"Taşınmak" kelimesini benim için bir kabusa dönüştüren eşyalarımla oturduk baya konuştuk bugün. Sordum onlara ne kadar yükümü aldıklarını. Sustular. Ahşaplar konuşkan değillerdir çok, bir yerlerde okumuştum. İçlerinde haybeye saklanmış, "ben" merkezli dünyamın kıyafetlerini görünce cız etti bedenim. Onu korumak için gerek yok oysa ki onca paçavraya; elbet muhtaçtır o hırkaya birileri, yüzüne bakmayıp etiketiyle kenara attığım ...

Yaşam alanımdaki ahengi, hep kaçmaya çalıştığım o metaların içine hapsetmişim, sobeledim yine bir çelişkimi içimdeki saklambaçta. Ve hazırladım kendimi annemin "ama kızım, o senin bütün yükünü kaldırıyor, sakın ha satma, aman ha atma" yakarışlarına. Çünkü özümüz ne bir dolap, ne bürosit sandalye; ne de bir masa... Biraz geriye gidince, fonksiyonellik sadece incir yaprağında!!!!! 

Aidiyet duygumu yarın ilk iş Porsuğa atıyorum. Akabinde bana "haaayır, asla sığamazsın sen o eşyalarla oraya, hem de o kiraya!..." diyen zihniyetlere inat, toplayıp evimin yarısını, kendi minik evime taşınıyorum. Ve soruyorum:

Ey insanoğlu, sığamicağımız neresi var bu evrende, benim ve minik popomun???


Herşey iyi de.

Emlakçı iyi geçiricek.

Hesap numaramı isteyenlere mesaj atabilirim.

Tanrı beni annemin yarın yapacağı düzenli çemkirme seanslarından korusun. Çok amen.

P.s: (Annem için)
Dolabı atmicam tamam söz. Pamuklara sarıp depoya kaldırıcam.

RIFKI, SITKI ve ANİMASYONUN HAYATIMA ETKİ ETMİŞ EN BÜYÜK YARARI....


Evde 3 buçuk kiloluk kedimiz Sıtkı , ve 100 gr olduğunu tahmin ettiğim bir adet faremiz var. Kendisi türk insanının fevkalade mimari anlayışı sonucu, apartman boşluğuna bakan balkonumuza düşmüş. Cinsi iran da olsa, kedi kedidir tabii. Mutfak balkonunun önünden ayrılmayan Sıtkı, yeni ev arkadaşımızdan pek memnun değil haliyle. Biz de sevgili hoğm-meytim Bahar'la beraber hanemizde türeyen tüylü yaratık popülasyonundan çok memnun sayılmasak da, insan olmanın gerektirdiği bir biçimde kendilerini bağrımıza basıyoruz. Hatta adını bile koyduk:
RIFKI.

Gelgelelim bundan 3 sene önce Ankara'daki evimize giren minik tatlı fareciğin bünyemde yarattığı kaygıyı, şimdi hiç duymamama.... Tabii bunda; kendisiyle aramızda bulunan balkon kapısının çok etkisi olsa da; ben tamamen bunu PIXAR'a borçlu olduğumu düşünüyorum. Animasyon öğrencisi olmamın en büyük faydası evimize giren fareye sevecen tepkiler vermek olmuş. Neden derseniz şöyle açıklayayım: Çizgi filmlerin neden ve neden hayvanlar alemininde dönüp durduğunu
3 yaşından beri ciddi bir biçimde düşünüyorum. Tabii bunun açıklanabilir bir sürü sebebi var... Ama pixarla beraber benim hayatımda çok şeyin değiştiğini söyleyebilirim. Örneğin en son vizyona giren "up", özel hayatımdaki çitaları öylesine yükseltti ki, bundan böyle yalnız ölüceğimi falan düşünmeye başladım. (Bkz. ömür boyu süren aşkın hikayesi) Biz pembeyi ve mutlu sonları seven bir türüz, baştan olaya
1-0 yenik başlamışız zaten.... Tabii bu animasyon mevzusunda yapış yapış bir hümanizm, daha da ötesi vıcık vıcık bir
"animalist" düşünce sistemi var. Esra Ceyhan'ın mesaj kaygılı kadın programları misali, et yemeyen köpek balıklarının kendilerini babalarına kabul ettirmeleri (gay erkek çocuğuna gönderme); yüzgeci sakat minik balığın macerası (fiziksel engelin hayatta önem arz etmemesi), ya da kendini ünlü zanneden köpeğin hikayesi gibi birçok aslen birbirine benzeyen hikayeyi ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyolar derkeeeen... Bi bakmışım, evdeki davetsiz misafir minik fareciği peynir ile besliyorun! (evet, tutamıyorum kendimi, yarın da reçel vericem)

İnsanları topla tüfekle değil, medyayla; sanatla vurabildiğiniz bugünlerde, yine üstün türk mimarisinin deneysel bir eseri olan apartmanımızın yapısı gereği üst komşumuzla edindiğimiz diologtan bahsetmek isterim mesela. Biz
7 katlı bir apartmanın 1. katında oturmaktayız ve bir futbol sahasının
4'te biri kadar bir terasımız var! Yani bu demek oluyor ki, bu gereksiz ebatlardaki terasa, yukarıdan komşu çocuğu ayakkabısıdır, mandaldır, bazen şişedir (!) düşüyor işte, yapıcak bişey yok... Bunun yanında yan komşumuz ve aynı zamanda ev sahibimiz olan 60 yaşındaki emekli öğretmen Gülsen teyzeyle yanyana olan teraslarımız, apartmanda tansiyonu oldukça yüksek tartışmalara sebep vermekte. 5. katta oturan ve arada bir kibarca kapımızı çalıp
2 yaşındaki minik oğlunun balkondan fırlatmaya bayıldığı patileri rica eden bu tatlı genç bayanla kanlı bıçaklı olan ev sahibimizin iletişimi gerçekten taktire şayan (!) Bugün ayaküstü bir apartman sohbeti sırasında, kucağıma alıp sevdiğim oğluna "hadi bakalım, atatürk duruşı yap bakiyim ablaya" dedikten hemen sonra; "Biz başörtülüyüz diye yapıyorlar hep bunları. Ama evime gelin her yerde Atatürk var, ben çocuklarımı Cumhuriyet Yürüyüşlerine götürüyorum, bir ulusun beraberliğinin önemini anlatıyorum onlara... Mesela Türkan Saylan öldü, çok üzüldüm...." demesi, toplumun Musa Hazretleri dokunmuşçasına nasıl da ortadan ikiye CÖRK diye ayrıldığını bir kez daha gösterdi bana. Karşımda duran ve bana artık başörtüsünü onu yanlı zannetmesinler diye toplu iğneyle bağlamadığını 5 dakikalık bir sohbette bana ifade etmeye uğraşan bu naif, tatlı genç kadının sözleri mahvetti beni. Kendini anlatamamış olması, içinde yaşadığı toplumda yalnış anlaşılma korkusu ve beraber yaşadığı insanlara duyduğu saygısıyla, insan olmanın ne olduğunu ve ne olmadığını anlatıverdi kısacık bir zamanda.

Bütün bunlar yanyana geldiğinde, evet; gazete falan okumuyorum ben artık. Haberleri de seyretmiyorum. Çizgi filmden kimseye zarar gelmemiş. Birileriyle yanyana yaşamayı öğrenene kadar da izlemicem. Şimdi böyle bunları yazınca gidip fareciği besleyesim geldi. Sabah yemiş peynirlerini, gidip biraz daha vereyim. Dünya zaten onun için fazla büyük ve gözümüzde devleştirdiğimiz "insanlığımız" onlara yeterince yaşam hakkı tanımıyor ne yazık ki. Hoş mesele, hayvan sevmek ya da sevmemek de değil... Yapıştır yaftayı gitsin hesabı... Ne de olsa etiketlemek işimize gelen en kolayı...

Hepinizi sevgiyle selamlarım.

Tanrı... Canı neyi istiyosa onu korusun. Amen.




P.S: Gülsen Teyze'yi hiç ama hiç sevmiyorum.


Politika, ben, annem, televizyon, gene politika, ben olmaktan çıkan ben ve harap olan sinirlerim.


Tanrıya çılgınlarca şükürler olsun ki, son 6 aydır televizyonsuz bir odada yaşamaktayım. Sırf bu sebepten ötürü bile bir müslüman gibi ibadet etmeye başlayabilirim. Nedense bunu İstanbul'a gelince daha derinden hissediyorum... 18 saat açık bir ekranın da ötesinde, salonumuzda bizzat yapılan kabine toplantıları; meclis oturumları ve haber spikerleriyle kurulmuş organik ilişki yüzünden delirmiş olan bir adet annem, bana son 6 ayımın ne denli huzur dolu geçtiğini hatırlatıyor ne yazık ki.

Hayatlarını farklı bir şehirde geçiren insanlar için durumlar hep aynı oluyor. Eve gelmek ve hemen sonrasında "kendi evine" dönmek istemek. Boku mu çıktı anne evinin demeyin. Portakallı kerevize ve taze fasülyeye sonuna kadar varım. Elbette 4 kişi oturup mandalina yemeye de. Ama Allahın bildiğini kuldan saklamanın manasızlığı gereği bunu ifade etmekten hiç sıkıntı duymuyorum ki; herkesin evi kendine....

4 günlük viktım bayramı için gelinmiş olan İstanbul'daki evimizde işler aynen bıraktığım gibi. Dönüp duran bir rutinin içerisine özenle serpilmiş ilginç aile fertleri, biraz loş ışık ve bir de televizyon. (Erdoğmuş konseptine uzak insanlar için hızlı kurslarımız vardır, kayıt için babamı arayın çok hoş karşılicaktır) Televizyon demişken, yalnızca meclis tv ve haber kanalları. Ve tabii memleket meseleleri yüzünden iyice çıldırmış olan ebeveyinlerim yüzünden kaçırdığım çizgifilmleri hep aynı bahaneyle izleme durumum.... "E anne yuh artık, bölümünde okuyorum bunları takip etmek zorundayım ben!!!" (Animasyon bölümünde okumanın hayatıma tek katkısı) Evet. Düşünün ki maliye okuyosunuz ve babanız sürekli gazetenin ekonomi sayfasını yırtıyor. Öyle bi his işte.

İnsanların televizyonu reddedip kendilerini bir çeşit entellektüelite içinde buldukları ya da herkesin deli gibi belgesel izleyip
praym taymda yayınlanan hiçbir diziye göz ucuyla bakmadıkları bir ülkede yaşıyoruz. Lanet olsun ki gerçekten sadece belgesel ve çizgifilm izleyen insanlar, çoban hikayesinden aynen yargısız infaz mağduru.... Yok abicim izlemiyorum, demeye kalmadan "ya tabi hep belgesel ve haber programı izliyosun di mi...?"

İzlemiyorum. Magazin veya haberler seçeneği bile olsa kesin cevabım (a) bundan sonra!
Paye yok, zaman hele hiç; bu şişirilmiş medyaya.
Benim frekanslarımı bozmayın yeter;
Siz yapın anonslarınızı beyler bayanlar, yine doya doya...!

Bu bir tür kendini ayrı tutma ya da bir duruş belirlemenin aksine tamamen kendini salmaca aslında. Bir keresinde "anne ya bırak bu işleri sen mi kurtarıcaksın bu ülkeyi" diye bir taliihsiz cümle kurmuştum hatırlıyorum valide hanıma. Genellikle orta seviyeli bir çemkirme beklerken, "Sana verdiğim sütü helal etmem çocuk ne biçim konuşuyosun" diye bi atarla karşılaşınca, hayırlı vatandaş annemin büyük gölgesinde ufalıp küçücük olduğumu; daha sonra da mekanizmalarımın vidalarını biraz gevşetme kararı aldığımı hatırlıyorum.


Beyni mutsuzluktan kocaman olmuş bir kadının pembe filli kızı olmak zor.

Ben nikolodyın, kartuun netvörk ve net co vayld'la oldukça huzurlu bir yaşam sürüyorum.

Dokanmayın huzuruma.
Televizyonumu sehpa yaptım, gerektikçe belgesel izliyorum.
Ve apolitize olmanın allahını yaşıyorum.
Beyaz bir tülbent aldım biricik algılarıma.
Sanmayın ki umarsızlıktan
Hepsi doğurucağım çocukların hayrına.

Tanrı insan yemeyen iyi huylu çitaların hepiciğini korusun, onlara körpe tatlı geyikler ceylanlar nasip etsin.


Amen.

Kurban Latifesi.... Mee..ee...eee Me..eee....eee......eeee :'(


Kurban bayramı: Küçükken gözümün önünde cörk diye kesilen ve öncesinde her hayvanla olduğum gibi onunla da arkadaş olduğum tatlı koyunun ölüm yıldönümü.

Kurbanbayramısever: Eeeee, yiyosun ama gelince önüne hapur hupur.

Bendeniz: (dudaklarım titreyerek) Ama ben salatadan ve pilavdan daha çok yiyorum ki!

Kurbanbayramısever(2):


Bugün bu bayram olmasaydı, insan kesiceklerdiiii insaaaaann!

Bendeniz: Yuh artık dayı naptın?



Kurbanbayramısever(3):


(Karnı şiş, dudağının kenarındaki et parçalarıyla ve hazımsız bir ifadeyle) Durumu olmayanlar, dar gelirliler yiyo hep bunları...

Bendeniz: Derin dondurucunuz ve banyonuz ne tarafta acaba? Önce bakıcam sonra kusucam da!


Sevmiyorum abicim... Sevmiyorum var mı itirazı olan?
Bizim bayramlarımız neden hep bu kadar ironik olmak zorunda hem? 1 ay oruç tuttuktan sonra 4 gün şekere çukulataya abanmak, aynı gün bilmem kaç bin tane hayvan kesip etini yemek falan... Üstelik bu iki ilginç ritüel arasında da evlenememek... Hayır evleniceğimden değil... Ama hoş karşılanmıyo ya, evlenesim geliyo...

Bayramların önlerindeki sıfatları atsak mesela? Ramazanı ve kurbanı? Geriye bayram kalsa, bunu 365 güne bölsek, hergün 1 saat bayram olsa. Bana hep bayram gerçi. Artık para da vermiyolar ona bozuluyorum ama.

Neyse. Bundan 17 sene evvel gözümün önünde hunharca kesilip üstüne üstük porselen bir tabakta önüme konup bana zorla yedirilen kıvırcık saçlı arkadaşımı sevgiyle anıyorum burdan.

Hepinizin bayramından öpüyorum bi de... Ananemi özledim ben :(

26.Kasım.2009

Ölümden sonraki ahiret mevzuuna ilişkin Türkçemizin güzel mastar ek'li yazımsısı.


Yan komşumuzun arabalara olan obsesifliğini anlamlandırmaya çalışmak değil empatik düşünmek.

Belki tek istediğimiz, hayatımız boyunca karnımızı doyurup kocaman bir ekranda çizgifilm seyretmek.

İnançlarımızı bütünleyemediğimizi düşündüğümüzde en mantıklısı tesbih çeken bir adet ananenin dizlerinin dibinde ajansları takip etmek.

Herkesle kurabildiğimiz iletişimi beslemek mi acaba kötü bi gün geçirmiş kasap amcadan ilgi beklemek?

Ya işleri yoluna koymayı denemeden, 1 numaralı b plan olan "suyun akışı" butonuna basıp, öylece koyvermek?!?

Ya da "ölümlü dünyayı" öylece damarına zerk etmek....

Uyuşup kaldığın koltukta birilerinin senin için yaptığı grevi "zap" etmek???

Hepsini geçsenize...

İşin özü; terk-i diyar ettikten sonra bu yerküreyi, yalnızca bir adet brokoliye dönüşmek İSTEMEMEK.